-->

26 Mayıs 2009 Salı

The Reader


10 Nisan'dan bu yana gösterimde olan bir film üzerine izlenimlerimi aktaracağım. Hayır sinemada izlemedim, ev ortamı cazip geldi. Bu seneki Akademi Ödüllerini takip edenlerin sıkça duyduğu bir isim The Reader. Okuyucu.

Gerçekçi olmak gerekirse filmin künyesinde Kate Winslet ve Ralph Fiennes gibi isimleri görüp işlenilen konunun hassasiyetini de hesaba katınca The Reader'ın Oscar'da bu denli gürültü koparmasına hiç mi hiç şaşırmıyorum. Konumuza geçmeden evvel filmimimizin hayli duygusal öğelere yer verdiğini belirtelim ve hatta romantik drama şeklinde kategorilendirelim Okuyucu'yu.

Filmimiz 15 yaşındaki bir çocuğun, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'da çalışan ve kendisinden yaşça büyük olan bir kadınla olan ilişkisini, gönül bağını konu alıyor. İlk bölüm biraz ağır aksak ilerliyor. Aslında bu durum filmi güçlendirici bir rol de üstleniyor. Giriş bölümünde 15 yaşındaki bir ergenin 25 yaşındaki bir kadına aşık olması, çılgınca sevişmeleri gayet güzel sunulmuş. İlk bakışta cinsellik kavramı abartılmış gibi görünse de öyle değil. Çünkü sahneler akmaya devam ettikçe, filmimizin ilk bölümüne tüm filmi saracak olan kitap kavramı giriyor. Filmin sonlarına doğru bu okuma işinin, ilişkiyi nasıl ayakta tuttuğunu ve ikili arasındaki tek bağ durumunda olduğunu da farkediyoruz.

Filmin ikinci perdesi, genç Michale'ın aşık olduğu kadının, yani Hanna'nın, bir SS gardiyanı olduğu anlaşılınca açılıyor. Bizler de bu vasıtayla Almanya'nın, Nazi hükümetiyle olan hesabını kapama derdine düştüğünü görüyoruz ekrandan. Michael Berg'in sevdiği kadın olan Hanna Schmitz'in sorgulanma süreciyle birlikte her şey ortaya dökülüyor. Bu arada Michael Berg'in gençliğini canlandıran David Kross'un muhteşem oyunculuğunu göz ardı etmeyelim. Winslett ne kadar başarılıysa Kross da o kadar mükemmellik arz ediyor filmde.

Bana sorarsanız, filmde öne çıkan durum kesinlikle aşk. Hmm belki de yanlış kelime kullanıyorum. Çünkü aşk sözcüğü de tam karşılığı değil bu filmin. Bir derinlik söz konusu. Şöyle ki, başlardaki Michael karakteri aşkın saf, temiz ve heyecanlı halini yansıtsa da sonlara doğru genç yaşında yaşadığı bu ilişkinin, hayatının ileriki dönemlerine çok derin izler bıraktığını gözlemliyoruz. Zaten yaşadığı günübirlik ilişkiler ve başarısız bir evlilik bunu kanıtlar nitelikte. Mahkeme sürecinden itibaren Michael'daki ruh hali çok çeşitlilik ve karmaşıklık gösteriyor. Filmin temeline de bu duygular oturmuş zaten. Yoksa işin Nazi-Yahudi ilişkisi fazla ön plana çıkmıyor. Çıksa bile yüzeysel kalıyor. Doğrusu da bu hem. Bir bakıma mahkeme salonunda Michael, Hanna ile gerçek manada tanışıyor. Devamında da bu tanışıklık okuyucu kimliğiyle sürüp gidiyor. Michael'in orta yaş halini canlandıran Ralph Fiennes'in, Hanna'nın intiharından sonraki vasiyeti üzerine ağlaması çok etkileyici. Göz yaşlarınıza engel olamayabilirsiniz, aman dikkat! En vurucu anlarından biri o sahne aslında. Çünkü Michael'in göz yaşlarının bir nedeni var. Bu neden de suçluluk duygusu. Hanna yaşananlardan ötürü kendini ne kadar suçlu buluyorsa, Michael da bir o kadar suçluyor kendini. Buna şüphe yok! Bir nevi filmi izlerken kafamda oluşan soruların yanıtıydı bu çarpıcı sahne. Hanna'nın, artık yaşlı sınıfına adım attığı dönemde dahi Michale'a "kid" şeklinde hitap etmesi ise inceden inceye hoşuma giden detaylardan biriydi. Hafif melankoli ve dramatik bir yan arayanların kesinlikle gidip görmesi tavsiyedir. İyi seyirler herkese.

The Reader @ IMDb